hesabın var mı? giriş yap

  • fren balataları biter, onu değiştirmez..
    kornası bozulsa müşteriyi bırakır sanayiye gider..

  • korsanların taktıkları tek göz bandının amacı yaralanma sonucu kaybettikleri tek gözü saklamak değildir.

    aydınlık bir ortamdan karanlık bir ortama ani bir şekilde geçtiğiniz zaman gözünüzün karanlık ortama alışması için belli bir süre gerektiğini, gözün karanlık ortama hemen adapte olamadığını hepiniz tecrübe etmişsinizdir. işte korsan gemilerindeki kaptan korsanlar sürekli olarak güverte ile depo ya da kamara arasında gidip geldikleri için, gözün karanlığa alışma süresini yok etmek amacıyla bu göz bandını kullanıyorlar. güverteden içeri (aydınlıktan karanlığa) geçtiklerinde göz bandını çıkarıp gün boyu göz bandının altında karanlıkta kalan gözü kullanıyorlar. bu şekilde göz bandı tarafındaki göz, zaten gün boyu karanlıkta kaldığı için karanlığa hazır bir şekilde bekliyor, karanlığa alışma süresi yaşamıyor ve hemen net görmeye başlıyor. özellikle savaş gibi saniyelerin hayatınıza mal olabileceği kritik anlarda gözün karanlığa alışma süresini göz bandı sayesinde yok etmek çok büyük önem taşıyor.

    ekleme: yukarıda yazdıklarıma inanmayanlar oldu. tek göz bandının anlattığım şekilde kullanıldığı zaman ne kadar da büyük bir fark yaratabileceğini ve bilimsel kısa bir açıklamasını şuradan izleyebilirsiniz.

    diğer kaynaklar:
    http://www.theladbible.com/…wear-eye-patches-280416
    http://www.wsj.com/…7887323646604578404581544768850
    http://mentalfloss.com/…id-pirates-wear-eye-patches

  • ay hakkında birkaç gerçek ve ilginç bilgi;

    -ay, 4,5 milyar yıl önce güneş sistemi henüz ömrünün başlangıcındayken, dünya'ya mars büyüklüğünde bir cismin çarpması sonucu kopan parçalardan oluşmuştur.

    -ay, dünya'nın tek uydusu olmayabilir. 1999 yılında bilim adamları, dünya etrafındaki turunu 770 yılda tamamlayan ve 5.000 yıl daha yörüngemizde yer alacak 5 kilometrelik başka bir uydu keşfettiler ve ona cruithne ismini verdiler.

    -ay'ın yüzeyi, 4,1 ve 3,8 milyar önce şiddetli göktaşı yağmuruna maruz kalmıştır ve bunların izleri hâlâ ilk günkü gibi görülebilmektedir. bunun sebebi, ay'ın deprem ve volkanlar gibi coğrafik hareketler bakımından çok fakir olması ve atmosferinin olmaması nedeniyle rüzgar ve yağmurlar tarafından yüzeyinin şekillendirilmemesidir.

    -ay yüzeyinde gerçekleşen sarsıntılara moonquake (earthquake) denir ve bunun sebebi dünyadır. ay'ın dünya yüzeyinde sebep olduğu gel-gitlere karşılık dünya da ay'a yüzeyinin birkaç kilometre altında oluşan sarsıntılar hediye etmektedir.

    -ay'ın şekli yumurta gibidir. dışarı baktığımızda gördüğümüz yüzü, onun sivri tarafıdır.

    -ay, pluto'dan daha büyük ve dünyamızın dörtte biri boyuttundadır. bu yüzden bazı bilim adamları, dünya ve ay arasındaki ilişkiyi, pluto ve charon gibi ikili bir sistem olarak kabul eder.

    -ay, her yıl dünya'dan 3,8 cm uzaklaşır. ilk oluştuğunda dünya'ya uzaklığı 22.530 km iken şu anda ortalama 384.400 km'dir. bir gün dünya'nın yörüngesinden kurtulup uzayın derinliklerine (belki daha güçlü çekim kuvveti olan daha büyük bir uzay cisminin yörüngesine) doğru hareket edecektir.

    edit: imla ve ay'ın dünya'ya mesafesi. (teşekkürler ilovemygalina)

  • sırayla vermek gerekirse
    1-renault fluence
    2-hyundai accent
    3-fiat linea
    4-sedan palio
    5-ford connect
    kuş serisi çok çok sonradan geliyor.

    genelleme yapmıyorum, sahibi olanlar da alınmasın ama fluence konusuna özellikle değinmek istiyorum. şu ana kadar başıma 2 kaza geldi, ikisinde de fluence vardı ve yüzde yüz onlar suçluydu. işin ilginç yanı araçların ikisinin de gerçek sahibi o sürücüler değildi. biri araç kiralamış öteki devletinmiş. bence sıkıntı da burdan geliyor. fluencelerin çogu filo kiralama gibi şirketlerden geliyor. sürücüleri genellikle gerçek sahipleri değiller. o yüzden gavur malı gibi kullanıp trafikte terör estiriyorlar. özellikle 34 plaka fluence görünce hemen kaçın yada kaçmayın o gelir sizi bulur.

  • başlığın son 1-2 günlük gündeminin özeti:

    i. bir aklıevvel facebook'ta hacla alakalı okuduğu bir safsatayı burada paylaşır, ardından debe'ye girer, okuduğunu sorgulama güdüsü yetersiz olan yüzlerce kişi tarafından favlanır. (bkz: #51344940)

    ii. aynı başlık altında birkaç yazar ilgili entry'nin yanlışlığına dikkat çeker. (bkz: #51353565, #51367196, #51367592, #51367775 ve #51368644) bu ana kadar olanlar, bir deli kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış şeklinde özetlenebilir (bu atasözünün "taş atmak" eylemini içermesi tamamen tesadüfi, eheh). bu ana kadar olanlar bu başlıkta hep yaşanageliyor ve çok sıkıcı bir döngü.

    iii. ancak tam da bu sırada meseleyi tamamen yanlış anlayan bir başka yazar heyecanla söze girer ve sanki en başından beri tartışılan konu, haccın modern versiyonunun barındırdğı çelişkilermiş gibi "hayvanların yok yere katledildiği de mi yalan? söyleyin bana, bu da mı gol değil?!" diyerek akıllara durgunluk verici bir çıkış yapar. (bkz: #51369553)

    lan oğlum, ben de ateistim ama sizlerin bilhassa bu son yaptığı düpedüz mallık. tüm bu tartışmaların başlamasına sebep olan soru, haccın akla uygun bir uygulama olup olmadığı, tanrının var olup olmadığı ya da arapların ruhlarını kapitalizme satıp satmadıkları değil. mesele dezenformatif bir entry'nin, sözlüğün ideolojik tabanına şirin gelmesi sebebiyle sorgulanmaksızın doğru kabul edilmesi. işbu ayrımı yapamadığınızdan dolayı da sizleri yeniden ilkokul sıralarında görmek istiyoruz.

  • yıl olmuş 2016 hâlâ sosyal medya eleştiriliyor. şurada sitede twitter başlığına girin ve ilk sayfaları okuyun. ne kadar izan yoksunu eleştiriler yapılmış. "sıçmaya gittiklerini yazıyorlar", "banane milletin her saat başı ne yaptığından?"... sonra ne oldu? twitter toplumsal ayaklanmaların kıvılcımı oldu. twitter anlık bir haber sitesi oldu. tamamen kimi takip ettiğiniz ve nasıl kullandığınıza göre muhteşem bir kaynak oldu.

    "sevin beni. ne olur bak çokgozel çıkıyom resimlerde. arkadaşlarım da var. yalnız değilim. hobilerim var. yalvarırım sevin beni. yeni makina aldım süper fotolar çekiyorum. merhametliyim, yaşamaktan çok iyi anlıyorum. sabah kahvaltısı, akşam yemeği nerede yenir nasıl yenmesi gerekir en iyi ben biliyorum. güneş batıyor oradayım, doğuyor selfiyle ispatlıyorum. yaşıyorum olm ben. hayattan zevk alıyorum valla bak. kitap okuyorum kahvem var görmedin mi geçen paylaştım. konserlere gidiyorum bisiklet biniyorum, kayak yapıyorum kumsalda bacak fotom bile var. sevin beni ne olur psikolojisinde bir paylaşım platformu."

    denilmiş. bu entry en beğenilenlere girmiş.

    arkadaşım bu kadar mı aşağılık görüyorsunuz kendinizi. insanların günbatımının fotoğrafını çekip koyması sizi neden rahatsız ediyor? "şu kitabı okudum çok güzel" demekle okuduğun kitabın fotoğrafını paylaşmak arasında ne fark var.

    bütün insanlar sizin düşündüğünüz gibi düşünmek mi zorunda? sen demek ki güzel bir doğa fotoğrafını yalnızca hava atmak için paylaşırsın, eleştirin bu yönde. senin kafan bundan başkasını düşünemiyor demek ki. yazık.

    her ortamda olduğu gibi sosyal medyayı da istismar eden insanlar var, evet. e böyle insanlar var diye, kendi halindeki kullanıcıyı niye aşağılıyorsun?

    2016 olmuş bak, bırakın artık popüler olanı aşağılayıp kendinizi daha üst bir konuma koymayı, insanlara tepeden bakmayı. twitter'ın size ağzınızın payını vermiş olması lazım.

  • "eski akp'li milletvekilinin über şoförü olması" şeklinde de yorumlanabilir. sokaktaki bazı salaklar balık hafızalı olabilir, ama biz değiliz.

  • fabrikasini satip, calisanlari isten cikartip, parayi ulkesine goturup, araba uretmeye ve turkiyeye araba satmaya devam edecektir. bir daha uzun bir sure boyunca boyle buyuk firmalar da turkiyeye gelmez. ama "gelir gibi yapar, geliyorum bekleyin" der. lakin, gelmez.

  • açıkça ve içtenlikle belirtiyorum: sağlıklı bir insanın türkiye’yle alakalı tüm beklentisini kaybetmesi en fazla iki, bilemediniz üç saatini alır. 2-3 saatten sonra belli bir uygarlık düzeyinde bilinci olan, gerçekçi, hassas ve hukuktan haberdar insanın türkiye’yle alakalı içinde olumlu bir his olmasının yolu yok. hele türkiye’de yaşayan yabancı bir kişi... onun söz söylemeye -bazılarının aklına göre- hakkı dahi yok.

    bayağıdır evden çıkmıyorum ama bu, içinde bulunduğumuz süreçle fazla alakalı değil: evden çalışıyorum ve haftanın 1-2 günü, 1-2 saat dışında evden çıkmam gerekmiyor. ben de çıkmıyorum. istanbulluyum. istanbul’da yaşarken bienale, müzeye, sergiye, sinemaya, tiyatroya gittiğim, dolaştığım; mahalleliyle, sokak çocuklarıyla kapı önlerinde konuştuğum; sokağın kedisini, köpeğini tanıdığım; dinlediğim, okuduğum, yazdığım; aklımda hiçbir şey yoksa arkadaşlarla 1-2 bira alıp, sokağa çıkıp yeni insanlarla tanıştığımız keyifli bir yaşamım vardı. bahsettiğim 5-10 yıl öncesi, fazla değil.

    şu an yaşanan ne varsa 5-10 yıl önce de vardı ama hiçbir şey böyle alenen yaşanmazdı, insanlar belki yine kötüydü ama kötülüğü böyle rahatça sağa sola yansıtmazdı: insanların genelinde tepki gösterme bilinci vardı, insanlar önemserdi tepki mefhumunu; bir şey yapacaksa bir kez daha düşünürdü, genelde yapmazdı. sokağa çöp atsa “n’apıyorsunuz?” diyen, bir kişi kendisine veya başkasına rahatsız edici şekilde baksa “neden bakıyorsunuz?” diyen; kediye, köpeğe zarar vermeye çalışan olursa “hayvanlara zarar vermeyin!” diyen insanlar vardı. hatırlıyorum: henüz 17 yaşımda bile değilken beni okulun girişine kadar takip etmeye çalışan kişiye simitçi tepki göstermişti, ona yanına kadar gidip “ne isteyeceksin?” demişti. adam da önce tanışıyormuşuz gibi yapmış, ardından yüzümdeki dehşeti anlayıp gitmişti. şu an yaşıyorsa simitçi aynı simitçidir, biliyorum ama orada o tepkiyi gösterse karşıdaki kişi ne gösterir; bıçak mı, faça mı, bilmiyorum. sokaktaki kişi başını çevirip bakar mı, bilmiyorum.

    böyle böyle ben kendi yaşamımı aldım, erteledim bir köşeye. tepki göstermeyen bir kişi olmadım, hâlâ değilim fakat türkiye’de insanların şu tavırsızlığının tekrar, tekrar tekrar, tekrar tekrar farkında olmanın ağırlığı bendeki yaşamaya meyilli hâlden hiçbir şey bırakmadı. heveslendiğim her an aklımdaki “ya öyle olursa, ya şöyle olursa?” fikri bende insanlara, insanlığa heves de bırakmadı.

    bahsedeceklerim, çoğunun her an yaşadığı konular, biliyorum ama bayağıdır evden çıkmayan, yaşamın insanın yüzüne her an bir tokat gibi çarpan yüzünü bayağıdır hatırlamayan bir kişi olarak bu akşam tekrar hatırladım ki türkiye’de sağlıklı insan, karşılaştığınızda yüzünden anlayacağınız kadar az. insanların geneline artık ne yazık ki olağan gelen konular olağan değil. bu bataklıktan kendimi soyutlayacak fırsatım olduğu için ben kendimi hiçbir an böylesine rahat hissetmemiştim, içimde hep eksiklik hissetmiştim. bu akşam anladım ki ben insanların genelinin şu anki hâliyle her an karşılaşsaydım açıkça gider, ruh ve sinir hastalıklarına “beni alın.” derdim. artık ne yazık ki haberdarım. alenen bilinçsizlik, hukuksuzluk, saygısızlık, şiddet, tedirginlik vb. bilumum mefhumu haiz bir filmde yaşıyoruz ama hiçbirimiz yaşadığımız hiçbir şeyin insan olarak, hâlâ insan olarak hiçbir şekilde karşısında dikilemiyoruz.

    19.00 gibi çıktık, deniz kenarına gittik oturup konuşmaya, denizi seyretmeye. ben bayağıdır yoğun çalışıyorum, salt yoğunluk ve yorgunluktan vareste bir akşam istiyordum. sakin bir köşeye oturduk. ilk dakikada denizin içinde bira yüzüyor. denizin içinde balık değil, bira yüzüyor. balık tutanlar veya artık her kimse denize bira atıyor, sonra “denizde neden balık yok?” diyor.

    her neyse arkadaşım balık tutmaya çalışıyor, ben de oturmuşum, sakince kitap okumaya çalışıyorum. çalışıyorum zira hemen yanda, insanların içinde (öyle “şarkı dinlerken insanları rahatsız etmeyeyim, kendi duyabileceğim şekilde dinleyeyim.” diyemeyecek kişiler.) aniden hoparlörle şarkı dinlemeye başladılar. ama öyle bir gürültüye o an herhangi bir insanın “lütfen kısabilir misiniz?” demesi değil, direkt polis çağırması gerekir. öyle böyle değil. bir insan, bir insan bile çıkıp “merhaba, burada insanlar oturuyor. insanları rahatsız ediyorsunuz. biraz kısabilir misiniz?” demedi. bu 5-10 yıl önce olsa en azından 1-2 kişi de olsa uyarırdı. ama uyarmadı. biliyorum, hafif bir konu olduğu fikrinde çoğu kişi ama değil: isteyen annesine, babasına sorabilir komşu böyle bir kanunsuzluk, saygısızlık yaptığında tepkilerinin n’olduğunu. bu, açıkça ayıptı, saygısızlıktı. arabanın içinde benzer şekilde şarkı dinlemeyi de geçtim, insanların oturduğu yerde bu şekilde hareket etmek düpedüz saygısızlıktı. ben çocukken gittiğimiz ormanda benzerini yapan 4-5 insanı uyarmaya benim annemle dedem gitmişti, “bu nedir? bunu lütfen kısalım.” demişlerdi. ayıptı yahu. şarkı dinlemek değil, dinlediğini dinletmek ayıptı.

    neyse, ben 10-12 metre öteye gittim. orada, o gürültünün içinde 1-2 sayfa bile kitap okumanın yolu yok. arkadaşım da uyarmaya yanaşmadı. ben de belki birazdan kısarlar diye öteye gittim. ne mümkün: orada da aynı gürültü, aynı kişilerin gürültüsü. geri geldim, “ben birazdan kalkıyorum, aklım almıyor, başım kaldırmıyor.” dedim. o da “bekle, birazdan birlikte gideriz.” deyince, kendileri de kendi gürültülerinden rahatsız olmuş olacak ki şarkı da biraz kısılınca, biraz daha kalmamda bir beis görmeden bekledim. önde bir sokak köpeği oturuyor. çağırdım, koşa koşa geldi, hemen başını sevdirdi, yattı öylece. 5-10 dakika sonra önceki yerine geri gitti, yatıyor. iki çocuk yerde yatıp birbirine kum atıyor. ama corona var, ama insanlar yaşamlarını kaybediyor... derken çocuklardan biri yerden birkaç taş topladı, hiçbir insana hiçbir zararı olmayan köpeğin üstüne attı. ya arkadaş, hiçbir insan “n’apıyorsunuz?” demiyor. “n’apıyorsunuz?” dedim, bakıp, tedirgin olup gittiler. köpek de kenarda bir şeyler yakan bir adamın (kenarda bir şeyler yakan, bir şeyler yakan, yolda.) yanına gitti. bu kez adam köpeği süpürgeyle kovalamaya başladı. yahu bu hayvan vebalı mıdır, bu hayvan sizin şeytanınız mıdır? bu, ne nefret? bir insan bile adamın yanına gidip “beyefendi, n’apıyorsunuz? hayvanın size ne zararı var?” demedi. hayvan ta arabaların yoğun olduğu sokağa gitti. orada bir şey olsa çocuk mu suçlu, çocuğun ebeveyni mi suçlu, adam mı suçlu? siz hayvanlara zarar veriyorsunuz, verdiğiniz zararın utancı yüzünüzü kızartmıyor, çocuğunuzu da böyle yetiştiriyorsunuz. çocuğunuz çocukken böyle taş atıyor, büyüdüğünde aynı diğer adam gibi köpeği süpürgeyle kovalıyor. siz de içinizden “ben ne yetiştirdim böyle?” demiyorsunuz, aynını çocuğunuza, çocuğunuzun çocuğuna öğretiyorsunuz.

    benim çocukluğum bir köpeğin karnında yatarak geçti, bir sokak köpeğinin... sokak sakininin köpeğe saygısı vardı, korna çalmaz, köpek kalkmasın diye köpeğin yanından geçerdi. şu anda insanlar köpeği yolun kenarından kovalıyorlar. köpek havlıyor, orada kalmak istiyor, bu kez sokak köpeklerini şeytan ilan ediyorlar. kâfi gelmiyor, onlara şiddet gösteriyorlar. bir insan da kalkıp “siz n’apıyorsunuz?” demiyor. bunları benimsemiş insanlar var, bunları yıllarca seyreden insanlar var. aynı insanlar köpeği sokaktan kovuyorlar. bir kişi arkadaş, bir kişi, bir kişi yahu adamın yanına gidip “sokak köpeğini süpürgeyle kovaladığınızı gördüm. size tam olarak n’aptığını açıklar mısınız? ben size herhangi bir şey yaptığını görmedim.” demiyor.

    gitmeden önce yandaki balıkçılardan biri balık tuttu, bayağı büyük bir balık. arada onlarla konuşmuştuk. kendilerine “ne balığı?” diye sorduk, “ayakkabı.” dediler. anlamadık. adam resmen ayakkabı teki tutmuş. denizden ayakkabı teki tutmuş. ya türkiye’nin üç yanı deniz, üç yanında deniz böyle, on yanı deniz olsa on yanı böyle olur. biralar yüzüyor, ayakkabılar dolaşıyor. denizde bir balık yok, bir balık yok! herkes öylece toplanıyor, geri gidiyor. balık gelmiyor değil, denizde balık yüzmüyor. deniz öyle deniz ki içinde balık yüzmüyor. seyretmek istesen, ekmek atmak istesen dolaşacak, ekmeği alacak balık yok. “rast gele!” diyorlar ama rast gelmiyor. gelmez ki.

    artık böylesine saygısızlık kâfi, içtenlikle, böylesine saygısızlık kâfi. balığın denizde, köpeğin çevrede yeri yok. kalkalım, dedik. ilerlerken yolda çekirdekleri, çöpleri yere atanlar; çocuğunun kolunu koparırcasına, sağa sola çarpa çarpa, bağıra çağıra yol alanlar; sokağa balgam atanlar, izmarit atanlar...

    eve vardım, öfkemi hâlâ içimde hissediyorum. açıklamaya çalışıyorum:

    uygarlıktan anlamayanlar, medeniyetsizler, sözüm size,
    bakın, medeniyetsizliğin medeniyetsize de faydası yoktur. medeniyetsizlik, hak edilmiş ağır bir ah gibidir. beddua gibi beddua edene geri gelmez, nereye gidecekse bekler, ağır hâl alır, ilerler ve ah edilene gelir. bir şekilde, öyle veya böyle gelir. siz yaşamasanız ileride çocuğunuza gelir, çocuğunuz yaşamasa onun çocuğuna gelir. rahatsız ettiğiniz her hayvan, her insan, sokağa attığınız her meta n’olduğu önemli olmaksızın bir şekilde sizi tanır ama bizi de tanır ve insanlık olarak bize topyekûn geri gelir. sizin yanınızda diğer insanlara da gelir. kestiğiniz her ağaçla, döktüğünüz her asfaltla sizin de soluğunuzdan alır. denize attığınız her çöple size balıksızlık olarak geri gelir. denize yol yaparsınız, deniz yolu yutar, parçalar, size böyle geri gelir. kediyi öldürürsünüz, fare, sıçan olarak gelir; tavuğu öldürürsünüz, kene olarak gelir; kurdu öldürürsünüz, yaban domuzu olarak gelir; çöpü sokağa dökersiniz, sinek ve bulaşıcı hastalık olarak size gelir, çöpçünün ahı olarak geri gelir. evine beş dakika önce gidebilecek insanın beş dakikasını alırsınız, size bir ömür olarak gelir. illa her konuda dava, hak, hukuk, yaptırım beklemeyin; aldığınız ah, sizde var olmayan sağduyuyu sizde yaratır, onun ağırlığı olarak gelir.

    bir hayvanın sokaktaki insandan kaçışındaki tedirginliğini hissettiğinizde anlarsınız neye neden olduğunuzu. bir ekmek vereyim, dersiniz ama hayvan size gelmez. o zaman o ah size vicdan olarak gelir. belki bu dünyada değil tam olarak ama ölüm döşeğinde, yanınızda olmasını istedikleriniz varken gelir. sizin aklınız illa o düşük ahlakınıza mütevazi mi olacak? dininiz size bunu belirtmiyor. bir çevreye bakın. kötü gördüğünüz her şey (görüyor musunuz ki?) bakın, geri geliyor. topyekûn geri geliyor.

    türkiye’nin ebesini bellediniz. denizinin, karasının ebesini bellediniz. en türk sizsiniz ama türkiye’ye en fazla zararı siz verdiniz. “allah’ın evi” dediniz çevreye, ağaca, ormana; çevreye, ağaca, ormana en fazla zararı siz verdiniz. balığı balık, dediniz, balığa zararı siz verdiniz; denizi deniz, dediniz, denize en fazla zararı siz verdiniz; ormanı orman, dediniz, ağaca, ormana en büyük zararı siz verdiniz. sokağında yürünmüyor, caddesinde çocuk tacize uğruyor; atı, eşeği, köpeği tecavüze uğruyor. bu zararı siz verdiniz. yabancı kişiler vermedi, siz verdiniz. hayvanların yüzüne bakacak yüzünüz yok, hayvana en büyük zararı siz verdiniz. kadını kadındır, dediniz, kadına en büyük zararı siz verdiniz. dağını, gölünü, havasını mahvettiniz, onlara da aynı milletten olduklarınıza da (sizin aklınızda önemli değil ama türkiye’de farklı milletten olduklarınıza da.) en büyük zararı yine ama yine siz verdiniz.

    sakin bir kişiye bile bunları dedirttiniz. ben türklükten, türk olmaktan utanmam ama bir türk evladı olarak sizden, sizin türk olmanızdan utanırım. siz türkiye’yi bu hâle getirmeniz nedeniyle utanın.

  • 2003 yılının 23 mayıs'ı. eurovision şarkı yarışması'nda son oyu verecek slovenya'nın temsilcisi televizyonda. nefesler tutulmuş. yıllarca en iyi şarkıcılarını eurovision'a göndermesine rağmen bir türlü başarı kazanamamış türkiye, birincilik ihtimalini yarışmanın sonuna taşımayı başarmış. ancak, 157 puanlı türkiye, 162 puanlı belçika'nın gerisinde ikinci sırada. 152 puanlı rusya ise halen matematiksel olarak şansını korumakta. belçika için 8 puan yeterli. biz televizyon karşısnda düşünüyoruz. slovenya nerede? orada kaç türk yaşıyordur? slovenya ile bir kavgamız gürültümüz oldu mu? sonuçlar geliyor. ispanya, bir puan, tamam. irlanda, iki puan. tamam. belçika, üç puan. bir dakika, ne? belçika mı? belçika 165 puan oluyor. artık, o dönem global müzik piyasasına fırtına gibi giren rus temsilcisi t.a.t.u'nun birincilik şansı kalmıyor. hemen kalem kağıda sarılıyouz. türkiye, 8 puan alırsa puanları eşitliyor. ancak bu durumda yarışmacıların kaç tane ülkeden puan aldıklarına bakılıyor. belçika, 22 ülkeden almış. türkiye ise slovenya'dan oy alırsa 21 olacak. yani 8 puan bize yetmiyor, 10 puan lazım. o sırada diğer oylar geliyor. izlanda, dört puan. derin bir nefes. norveç, beş puan. tamam. isveç, altı puan. ya galiba bize hiç oy çıkmayacak buradan. avusturya, yedi puan. acaba şerefli ikincilik mi geliyor? hırvatistan, sekiz puan. hadi be slovenya, ver artık puanını. türkiye, on puan. oturduğum yerden kalkıyorum ve zıplamaya başlıyorum. 167 puan ile eurovision birincisiyiz. opera'lardan şarkım sevgi üstüne'lerden bu güne. inanılmaz bir başarı. on iki puan nereye gitmiş çok önemli değil (rusya'ya gitti bu arada). önemli olan türkiye'nin uluslararası bir arenada büyük bir başarı kazanması. bunu da kazandıran isim elbette ülkenin en önemli seslerinden sertab erener ve bu başarıyı getiren şarkı rock gitaristi partneri demir demirkan'ın yazdığı everyway that i can.

    hayal gibi bir dönemi taçlandıran bir an. 1995 yılının son gününde avrupa birliği ile gümrük birliği anlaşması imzalıyoruz. 1996'da ilk kez avrupa futbol şampiyonası'na katılıyoruz. 1997'de eurovision'da dinle ile üçüncülük geliyor. 1999'da resmen avrupa birliği'ne aday ülke oluyoruz. 2000'de galatasaray, uefa kupası'nı ve süper kupa'yı kazanıyor. aynı yıl, avrupa futbol şampiyonası'nda çeyrek final oynuyoruz. 2001'de avrupa basketbol şampiyonası'nda ikinci oluyoruz. galatasaray, uefa şampiyonlar ligi'nde çeyrek final oynuyor. 2002'de dünya kupası'nda üçüncü oluyoruz. aynı sene azra akın, dünya güzeli seçiliyor. türkiye, inanılmaz bir şekilde batı dünyasına politik ve kültürel olarak entegre olmakta. sertab erener'in vokal yeteneği ve sahne performansındaki ustalık ve de demir demirkan'ın akılda kalıcı şarkısının hakkını yememeli ancak türkiye o dönemde zaten arkasına olumlu bir rüzgarı almış ilerliyordu. hem de aynı dönemde büyük bir deprem ve ardından gelen devasa bir ekonomik krizle boğuşmasına rağmen bu rüzgar esiyordu. sertab erener, bu rüzgarla gelen eurovision birinciliği ile yerel bir süperstarlığı en azından avrupa'ya taşıyabilirdi. bu nedenle eurovision'u kazandıktan sonra yabancı bir albüm için kollarını sıvadı.

    zaten erener, yurtdışına çıkmak için çoktan kollarını sıvamıştı. 1990'ların sonunda sony music'e geçen sertab erener, global bir müzik şirketi ile çalışmanın fırsatlarından hemen yararlandı. dönemin belki de en büyük erkek pop starı olan ve erener gibi bir sony music sanatçısı olan ricky martin, 1999 yılında kendi adını taşıyan ilk ingilizce albümünü yaptığında, sony music türkiye şöyle bir öneriyle gelmişti: "ya ricky'nin albümünde private emotion diye bir düet var. türkiye ve ortadoğu'da çıkan versiyonda o şarkıdaki meja'nın vokallerini çıkarsak da bölgede bilinen sertab erener'i koysak daha çok albüm satarız, ne dersin?". sony music global de kabul etti. erener, böylece kendi başına vokal kaydını yaptı ve bu kayıt türkiye'de meja'nın yerini aldı. yanlış hatırlamıyorsam erener, martin ile albüm çıktıktan bir süre sonra albüm tanıtımlarından birinde ilk kez tanıştı ve kısa bir süre muhabbet etme şansları oldu. martin "private emotion"a klip çekmek istediğinde yine türkiye ve ortadoğu için farklı bir versiyon yaratıldı ve meja'nın görüntüleri yerine sertab erener'in görüntüleri kullanıldı. erener, bu dönemde iki önemli çalışma daha yaptı. birincisi 1999 yılında çıkardığı sertab albümünden zor kadın'ı belçikalı acapella grubu voice male ile yeniden yorumlamasıydı. bu versiyona yeni bir klip çekildi ve sertab, bu şarkının tanıtımı için belçika'ya da gitti. 2000'de ise yunan sanatçı mando ile yine aynı albümden aşk'ı yunanca ve türkçe karışık yorumladı. şarkı, 1999 depremlerinden sonra türkiye ve yunanistan'ın yakınlaşma süreci ile aynı zamanda piyasaya sürülmüştü. hem mando'nun hem de voice male'in sony music sanatçısı olduğunu söylememe gerek yok herhalde. bu çalışmaların en önemli özelliği saf pop şarkıları olmalarıydı. şarkıların üstüne yabancı sözler eklense, bu yorumların türkiye'den çıkan bir şarkıcından geldiği anlaşılmazdı. ancak, belki de bu şarkıların beklenen avrupa başarısını getirememesi nedeniyle, sertab erener avrupai bir pop şarkıcısı yerine artık bir klişe olmuş "doğu-batı sentezi" kavramına dayanarak "avrupa ile asya arasında köprü olan türkiye'nin yerel kokulu global sesi" gibi bir gömlek giymeye karar verdi. zaten 1999 tarihli sertab albümünde, sertab'ın wolfgang amadeus mozart'ın sihirli flüt operasından der hölle rache kocht in meinem herzen aryasını türk enstrümanları ile yorumlamıştı. 2001'de çıkan garanti bankası ve osmanlı bankası reklamı'nda fazıl say ile birlikte yine mozart'ın rondo alla turca'sını mehter marşı ile birleştirmişlerdi. 2002'de zaten orta doğu tınısı içeren bob dylan eseri one more cup of coffee arabesk kemanlarla yorumladı. tüm bu yolculuğun sonunda da zaten ortaya bir oryantal pop hiti olan everyway that i can çıktı. artık avrupa'da türk müziği dendiğinde öpücük gönderen tarkan değil, haremlerde kız arkadaşlarıyla göbek ataıp şarkı söyleyen osmanlı kızı sertab erener akla geliyordu. bu popülerliğinin ekmeğini yemek için erener bir ingilizce albüm ile everyway that i can'ın başarısını devam ettirmek için çalışmaya başladı.

    elbette everyway that i can bu albümde olacaktı. yanına erener'in bazı şarkılarını türkçe'ye çevirip eklemeye karar verdikler. demirkan'ın da elinde hazır ingilizce besteler vardı. bunların çoğu pek adı sanı duyulmayan fransız müzik adamı philippe laurent'in elinden geçti. iskender paydaş'ın da bunların bazılarında katkısı vardı. ama bunlar bir albümü dolduracak kadar yeterli değildi. yurtdışında bir şeyler yapmak için yurtdışında kariyer yapmış bir kısım insanın da desteğini almak gerekti. bu isimlerinden en çok katkıda bulunan peter kvint ve tim lauer olmuş. "popçuyu isveç'ten alacaksın aga" düşüncesine uyan sertab erener, o zamana kadarki en büyük başarısı 2001'de çıkan britney spears albümü britney'in avrupa baskısında yer alan when i found you'ya prodüktörlük yapmak olan kvint'i bu işin başına getirmiş ama yanına da country müzisyeni tim lauer eklenmiş. "got me like oh" ise brian kierulf ve joshua michael ikilisi tarafından yazılmış. bu ikili herhalde albüme katkıda bulunanların en başarılıları. cv'lerinin en önemli ismi britney spears. ikilinin britney ve in the zone albümlerinde, albümün en bilinen eserlerinde olmasa bile, imzaları var. bunun dışında backstreet boys ve o dönem daha ünlü olmayan 50 cent'in bazı çalışmalarına da imza atmışlar. ayrıcatarkan'ın come closer'ında da karşımıza çıkıyorlar. bu isimler bu albümden sonra da önemli yerlerde çalmışlar. mesela kierulf ve michael, lady gaga ile çalışmış. tim lauer, country girl dönemlerinde taylor swift'e klavye çalmış. peter kvint ise memleketinde işler yapmayı devam etmiş ve de beni şaşırtan bir biçimde ülkeden çıkan en önemli metal gruplarından pain of salvation ile bile bir şarkı yazmış. ama yine de genel olarak baktığımızda pek de heyecan veren isimler değil bu albüme katkıda bulunanlar.

    bugün sertab erener, "şimdiki aklım olsa bu albümü daha farklı yapardım" demekte. benim de aklımda bu albüm çok kötü olarak kalmış. ancak birkaç kez dinledikten sonra albümün çok güzel olduğunu söyleyemesem de bir fiyasko olmadığını da kabul etmek lazım. bence sertab erener'in vokal performansı çok iyi. bunun yanında ingilizce telaffuzu da çok başarılı. eğlenceli anlar var, genel olarak pozitif bir pop albümü. gel gelelim bana aşırı uzun gelmişti, halbuki sadece 40 dakika albüm. bu da herhalde 12 tane şarkının çoğunun benzer havada olması. bu hava da çok iyi bir hava değil. 90'ların ikinci yarısından kalan bir pop müzik anlayışı ile kaydedilen ve bolca oryantal dokunuşlarla süslenen bir tarz tercih edilmiş. sözler ve besteler çok fabrikasyon. bir pop şarkısında olması gereken bütün sözlerin ve notaların yer almasına özellikle dikkat edilmiş hissiyatı veriyor. bir de bu albümün ve şarkıcının imajı ile ilgili bir problem var ki ona da şarkılar üstünden giderken ve en sonda tekrardan değineceğim. ama albümün kapağına bile baktığında dandik işlemeler, kötü bir mavi renk, ruhsuz bir sertab erener fotoğrafı derken albüm "beni hiç alma, boşver" diyor. tüm albüm boyunca klişe bir şekilde aşktan bahsettikten sonra "ya hani nerede bizim doğu batı sentezi mesajımız? birlik, beraberlik, dostluk isteğimizi nasıl oldu da belirtmedik" diyerek son anda albümün adına "no boundaries" koymuşlar gibi.

    albümün açılışını yapan here i am, bence iyi bir açılış şarkısı. everyway that i can'in başarısı üzerine ortaya çıktığı kesin. o şarkı gibi akılda kalıcı ve melodik olarak da o şarkının ana motifini andıran bir motif ile başlayan here i am 'in çok da güçlü bir nakaratı var. özellikle şarkının sonunda geri vokallerle desteklenince gücü daha da artıyor. diğer kısımları daha standart olsa da dinlemesi zevkli. şarkının yavaşladığı kısımlarda darbukalar ve de arabesk kemanlarla oryantal havayı güçlendirmişler. zaten keman düzenlemelerini mahsun kırmızıgül ve özcan deniz gibi arabesk popçular ile çalışan yıldıray gürgen yapmış, eline de sağlık demeli. tabii here i am demişken klibine değinmeden olmaz. bence klip, şarkının güzelliğini ve sertab erener'in imajını yerin dibine çekmek için elinden geleni yapmış. batı'yı her fırsatta oryantalizm ile suçlayan bizler, iyi bir şarkı ile avrupa'ya uzanmaya çalıştığımızda da ne yapıyoruz? haremdeki kızlar karşısında yağlı güreş yapan pehlivanlar ve görüntülerle hiç uyumlu olmayan danteller arasında koşan kısraklar gibi saçma sapan işler. klipte belli olmasa da single kapağında gözümüze gözümüze sukan osmanlı tarzında bir ay yıldız rozetini de unutmamak lazım. klibin tırt olmasının dışında, sertab erener'in bu albüm kapağında ve klibinde saçlarını en az gösterecek bir biçimde yer alması ve de kendisini hiçbir şekilde öne çıkarmayan kıyafetlerin tercih edilmesi sayesinde sanatçının görsel olarak hiç iddialı olmaması bambaşka bir problem. mesela youtube'da polonya'da bu şarkıya playback yaptığı bir görüntü var. kıyafetler sıradan, koreografi çok ama çok vasat. şarkıların kalitesi ayrı bir konu ama sertab erener'in bu albüm sırasında çizdiği imaj "beni iki gün sonra unutursunuz"dan ötesi olmamış.

    breathe in deeper'ın en önemli özelliği iki bestecisinden birinin savan kotecha olması. o dönem b kategori pop şarkıcılarına şarkılar yapan kotecha, günümüzün pop hitlerinde sık sık gördüğümüz bir isim. the weeknd'den can't feel my face, ariana grande'den focus, one direction'dan what makes you beautiful, britney spears'tan if u seek amy gibi şarkıları yazmış. ancak breathe in deeper, basit bir melodi. peter kvint'in düzenlemesi bence çok zayıf. bu zayıflığı da keman ve darbuka ile kapamaya çalışmışlar ama aslında fena olmayacak bir pop şarkısı olabilecek şarkının enerjisini abartı oryantal temalar ile düşürmüşler. sertab erener'in neredeyse rap şeklinde söylediği kıtalar başarılı. doğru şarkı olsa da iştah açıcı bir sunum yok. geri dönüp defalarca dinlemek ihtiyacı da doğurmuyor.

    albümün üçüncü şarkısı everyway that i can. bir eurovision birincisi için ne diyebilirim ki? demir demirkan'ın çiftetelli melodisi üzerine kısa sürede yazdığı şarkı, sertab erener'in ikonik kıyafetinin öne çıktığı başarılı bir dans şovu ile sunulunca, dünyanın yeni gözdesi türkiye'nin eurovision'ı kazanması kaçınılmazdı. belki ortadoğuvizyon'da birinci olamazdı ama eurovision sahnesi için oldukça yenilikçi bir eserdi. şarkının orijinal düzenlemesini ozan çolakoğlu yapmıştı. ancak albümde bu versiyon yok. zaten orijinal versiyon yarışmanın kendisinde de yok. sertab erener, klibi orijinal versiyona çekse de eurovision'a gitmeden "ya bu şarkıda bir şeyler eksik" diyerek bir remix yaptırdı. remix'i fransız house grubu galleon'dan philippe laurent yaptı. herkesin aşina olduğu versiyon da bu oldu ki çok normal. bugün ilk versiyonu dinlediğimde çok bayık geliyor. özellikle de sertab erener'in bir nevi rap yaptığı kısımda ciddi bir eksiklik var. albümü bu şarkı ile açmamaları çok ilginç bir tercih bu arada. "here i am"e ne kadar güvendiklerini gösteriyor.

    albümün en pop şarkısı got me like oh olsa gerek. neredeyse hiçbir oryantal hava yok desek yeri. herhangi bir amerikalı şarkıcı şarkıyı alıp düzenlemeyi değiştirmeden yorumlasa sırıtmaz. keza "got me like oh" tabiri de oldukça amerikanvari bir deyiş. şarkının güzel gitarları var. geri vokaller çok sağlam ki bunları britney, jennifer lopez ve celine dion gibi isimlerle çalışmış jennifer karr yapmış. şarkı yazarlarından da yukarıda bahsetmiştim. aslında avrupa pazarına sürülecek şarkıymış. zaten amerikalı gia farrell ve belçikalı triple e tarafından da coverlanmış. nakaratında müzikal olarak n'sync'ten it's gonna be me havası alıyorum. ilk dinlediğimde biraz özenti bir eser gibi düşünsem de ya kulağım alıştı, ya da albümdeki diğer şarkılar çok güçlü olmadığı için bu şarkı öne çıktı. tam emin değilim. ancak şu an albümün en iyilerinden olduğunu düşünüyorum ve de şarkının üstüne neden düşmediklerini anlamak mümkün değil.

    i believe (that i see love in you) de bir philippe laurent düzenlemesi. ancak ortalama bir eser. 90'ların ortalarından fırlamış bir elektronik pop ritmi var. bana çok demode ve eski geliyor. erener'in nameleri, geri vokalleri çok garip. özellikle baştaki vokal performansı çok fazla arabik geliyor. arada şarkıya dahil olan kemanlar da zorlama geliyor. hatta sonunda neredeyse kemençe diyeceğim ufak bir melodi de var. bu zorlama dokunuşlar olmasa "90'lar tekno nostaljisi" der, çok da takmazdım ama şarkıyı bu haliyle çok beğendiğimi söyleyemem. sözler de çok standard. bir de bunu single olarak yayınladılar. single'larda şarkıların başka versiyonları da var ve belki de o düzenlemeler şarkıyı gerçekten coştruyordur. ancak liste başarısı getirmediği kesin. aşırı kötü bir şarkı değil ama single olmaya elverişssiz, uçup giden bir eser.

    sertab erener'in en vurucu şarkılarından biri olan aşk, leave olarak karşımıza çıkıyor. bu şarkı hakkında ne hissedeceğimi bilmiyorum. sertab erener'in de bildiğini sanmıyorum. sertab albümündeki aşk adlı orijinal versiyonu mükemmel. yumuşacık gitarlar, güzel sözler. en önemlisi de tabii ki sertab erener'in nakarata girmeden bir operacı gibi çıktığı tizler. sonra şarkıyı mando ile beraber söyledi. aynı dönemde belçika'da sertab adlı bir toplama albüm çıkarken erener, bu şarkıyı elden geçirdi ve frank duchene'e remix yaptırdı. böylece romantik eserin pop özelliğini azıcık da öne çıkardı. yetmedi, bu ingilizce albüme de şarkıyı ekleme kararı aldı. şarkıyı "leave" haline sokan isim demir demirkan oldu. lakin sözler biraz liseli öğrenci ingilizcesi kıvamında. şarkının düzenlemesi ise yine philippe laurent'in elinden geçti. laurent, bu albüm düzenlemesinde şarkıyı ballad halinden bir miktar uzaklaştırıp arkaya sakin bir beat yerleştirerek klavye eklemeleri koydu. böylece ortaya ne tam operatik, ne tam romantik, ne tam dans ettirici bir şey çıktı. sonlara doğru da ufak bir ney solosu eklenmiş ki oryantal bir dokunuş olmadan olmaz tabii ki. işin daha da ilginci bu şarkının single olarak yayınlandığında bu sefer şarkının yine başka bir versiyon ile karşımıza çıkması. andy wright'ın versiyonunda şarkının temposu arttırıldı ve şarkı daha bile pop bir hale sokulmaya çalışıldı. ancak maalesef bu versiyon da tutmadı. halbuki erener 2004 eurovision'da 1950'li yılların hollywood yıldızı sarı saçları ve üstünde haremden çıkma kıyafetleri ile arkada semazenler huşu içinde dönerken bir pop ritmi üstüne operatik bir vokal yaparak gerçekten çok tutarlı bir duruş çizmekteydi.

    it takes more, yıldıray gürgen'in kemanları ile bir özcan deniz şarkısı olarak açılıyor. sözler başlamadan giren vokaller kulak tırmalayıcı. genel olarak arkada durmadan yer alan zurnamsı klavyeler, sertab'ın cümle sonlarında kelimeleri uzatıp eklediği nameler, "conquer my heart" kısmında notaların ve vokallerin alıp başını gitmesi derken şarkıda beni rahatsız eden çok şey var. everywat that i can'de olduğu gibi şarkının yavaşlayıp sertab erener'in rapimsi bir performans gösterdiği garip bir kısmı da bulunmakta. ama buna rağmen bence albümün en kötü şarkısı değil. en azından belli bir enerjisi var. bir şeyler eksik havası vermiyor, sadece şarkının içi doldurulurken doğru tercihler yapılmamış gibi.

    peki albümün en kötü şarkısı ne? kanımca iki aday var. birincisi back to the beach. sertab erener'in orijinalini de çok sevmediğim kumsalda'nın ingilizce versiyonu bu eser. hatta adını ne zaman görsem "kumsalda"nın devam filmi/şarkısı gibi geliyor. zaten hissiyat olarak aynı kafada ilerliyorlar. fikret kızılok'a saygım sonsuz ama bu şarkıya kanım ısınmadı. yine de yeri geldiğinde gideri olabilir. mesela gerçekten kumsaldaysan ve de acayip mayışmış bir halde bir yerden duyunca hoş olabilir. girişindeki gitarları sakindir. şarkının en sevmediğim kısmı "ooohh"ları olsa gerek ki "back to the beach" direkt bu ooooohhh'lar ile açılmakta. düzenlemeyi yapan philippe laurent, orijinaline genel olarak sadık kalmış. yine de şarkının içindeki sükuneti en aşağıya çekip, şarkıyı olabildiğince bir club hiti haline getirmeye çalışmış. hani orijinali biraz daha "bodrum'da sakin bir plajda yanımda çok da okuyamadığım bir kitap ile keyfimi çatırıyorum" şarkısı iken, bu "alaçatı'da beach'e para verdim, elimde kokteylimle güneşin altında terleyerek onlarca kişiyle dans ediyorum" şarkısı. sözler yine eh. "the sun is pouring down today / the rain knows to stay away" gibisinden dümdüz sözlerle ilerliyor. albümün de en uzun şarkısı bu eser. neredeyse beş dakika sürüyor. benim gibi şarkıyı sevmeyenler için kötü haber.

    storms ise vur yüreğim'in yeni versiyonu. yine orijinalini anarak başlayalım. çok cesur bir eser. yanlış hatırlamıyorsam 1999 tarihli sertab albümünün çıkış şarkısı olarak oldukça ağır bu şarkıyı tercih etmişlerdi ki bu çok önemli. şarkı, klibiyle de insanı dünyada olup bitenler hakkında düşünmeye zorluyordu. bu nedenle herhalde herkesin kalbinde yeri ayrıdır ve de büyük ihtimalle 17 ağustos depremi ile özdeşleşmiştir. "storms", bu şarkının vuruculuğunu koruyarak kendisini madonna'nın frozen'ı misali karanlık bir electronica'ya çevirmek istemekte. gerçi nakarata baktığımızda daha umutlu bir uslüp var. bence olmuş bir eser. single olarak çıkıp etrafı sallayamazdı ama albümündeki enerjiye ufak bir ara vererek, nefes almayı sağlayacak bu sırada da müzikal olarak doyuracak bir şarkı. duduk ile electronica'nın sentezi işe yaramış. ha ben yine de orijinalini elbette dinlerim eğer dinlemek istesem ama bu uyarlama, güzel bir uyarlama.

    albümün en kötü şarkısı olarak diğer adayım da love bites. nereden başlasak? en iyisi erkek vokalle başlamak. şimdi bu şarkı aslında bir sertab erener şarkısı değil. çünkü kendisinden daha çok bir erkek vokal dinliyoruz. albüm kapağında moustapha mystique gibi bir mahlas kullanılsa da mustafa mıstık arabaya kıstık diye bildiğimiz çocuk tekerlemesine gönderme yapan bu ismin şarkının sözlerini de yazan turgut berkes olduğunu söylemek lazım (daha doğru öyle olması gerek çünkü bunu kanıtlayan bir şey görmedim). kendisinin sanatçılığına laf emek düşmez ama bu şarkı özelinde yaptığı konuşur gibi vokali çok güzel değil. tüm albüm boyunca neden bu kadar rap vokal ekleme ihtiyacı duymuşlar, orası da hiç belli değil. hatta bu rap bölümü doğal da değil, bazı bölümlerin stüdyoda birleştirildiği bariz. ama daha da büyük problem vokalin kaydı. iskender paydaş'ın yaptığı düzenlemede berkes'in ne dediği hiç anlaşılmıyor. bangır bangır bir müziğin altında adamcağızın biri bir şeyler diyor ama kelime kelime bir şeyler geliyor arada. gerçi sözlerde de bir tutarlılık yok. kafiyenin öne çıkarıldığı bir kelimeler silsilesi. bunun dışında berkes ve demirkan'ın bestesi basit. özellikle nakarat başarsız. düzenleme çok ucuz. sertab'ın şarkıya gaz vermek için durmadan geri planda "ha" demeleri, diğer vokal eklemeleri sinir bozucu olabiliyor. şarkının bir de genel havasından tamamen bağımsız "everybody screaming "no, not me"" diye başlayan bir pasajı var ki sırıtıyor. şarkı üç dakikadan biraz uzun olsa da sanki dakikalarca sürüyor gibi.

    lakin the one çok iyi bir eser. buram buram "ben bir demir demirkan şarkısıyım" diye bağırıyor. kıtaları 80'lerden bir rock grubunun yapacağı bir power ballad havasında. ancak klasik bir rock düzenlemeye gitmemişler ve daha çok sertab'ın belki de en sevdiğim şarkısı yara gibi ağır ilerleyen ve perküsyonla desteklenen bir düzenleme tercih edilmiş. şarkının nakaratı inanılmaz güzel. hem duygusal hem akılda kalıcı. sertab erener'in vokali yumuşacık. e böyle şarkıları ve düzenlemeleri dinleyince "arkadaş, neden yurtdışına açılacak bir albüm dediğimizde sizin aklınıza hemen keman ve darbuka basılmış bir altyapı üstüne doğu nameleri basılmış bir vokalli şarkılar geliyor?" sorusunu soruyorum. ki bu şarkıda da vokalde doğu hissiyatı ara ara var. hatta şarkının ikinci kısmında kemanlar da şarkıya giriyor. ama bunların hepsi asıl şarkıyı besleyen hoş detaylar olarak karşımıza çıkıyor. bu entry'yi yazarken öğrendim ki the one, trt'ye eurovision için sunulan üç şarkıdan biriymiş. diğeri zaten malum. üçüncüsü ise çok ilginç bir şekilde mfö'nün yazdığı mare diye bir esermiş ki bu şarkı hakkında başka hiçbir bilgi yok. the one'ın eurovision'a gitmemesi iyi olmuş. keza bu şarkıyı da bir şekilde daha oryantal bir hale sokup yalama bir hale getirebilirlermiş. onun yerine bu albümde kendine yer bulması iyi.

    albüm "the one" ile bitecek gibi yapsa da bitmiyor çünkü başa dönüp here i am'in jason nevins tarafından yapılan remix'ini dinliyoruz. akustik gitarla yapılan giriş çok hoş. hatta bir an "acaba akustik bir versiyon mu geliyor?" dedirtiyor. aslında bu çok iyi bir fikir. here i am albümün iyi bestelerinden biri. sertab erener'in sesini tüm çıplaklığı ile sunmanın cok güçlü bir yolu olabilirmiş. ancak şarkı düz bir remix versiyon haline kısa süre sonra dönüyor. spotify'a yüklenen versiyondan mıdır yoksa albümde mi böyle yer alıyor bilmiyorum ama ses kalitesi acayip kötü. her şey çok cızırtılı. ama şarkının yeni düzenlemesi de çok başarısız. elektro gitar ekleyerek daha rock yapmaya çalışmışlar gibi ama olmuyor. yeni beat çok düz. arada duyulan ses efektleri çok kötü. güzelim şarkı, abuk sabuk bir ses karmaşası haline sunuluyor. albüm de hayal kırıklığı olarak sona eriyor.

    albümün ana sıkıntısı eurovision dalgasının üstünde hemen sörf yapmaya çalışmak. bunu da anlıyorum. kaç tane eurovision birincisini geniş kitleler sonraki sene hatırlıyor ki? bir diğer şanssızlık da o dönemler single single ilerleme kültürünün olmaması. şimdi olsa iki ayda bir spotify'a single atarak kendini güncel tutarsın ama o dönem albüm yapmak bir zorunluluktu. bu nedenle bir konsept oturtturamadan eldeki şarkılarla ve de en kolay ulaşılabilecek ve bütçeyi zorlamayacak ısmarlama eserlerle ortaya bir şey çıkartılmış. ama maalesef hiçbir albenisi yok. tamam sertab erener'den seksi bir pop star çıkarmanın manası yok, ille de böyle olmak zorunda değil. ancak çok hoşuma gittiğinden değil ama en azından everyway that i can'in tanıtımı sırasında "sertab sultan ve kankaları" gibi akılda kalan bir imaj vardı. bu albüm sırasında görsel olarak sertab erener'in hiçbir ilginç özelliği yok. peki erener'in şarkılarla verdiği karakteri ne? ayakları üstünde duran güçlü kadın mı? sevgilisine kul köle olan biri mi? politik ve sosyal olarak bilinçli biri mi? hiçbiri. şarkılar duruş olarak bir şey sunmuyor. müzikal olarak da çok ilginç şeyler yok. oldukça ortalama. türkiye'deki sertab erener'i erener yapan iki özellik iyi şarkılar ve muazzam ses. bu albümde ise çok iyi şarkı yok. ses de kendini gösteremiyor. başka bir akılda kalıcı özelliği de yok. ticari anlamda "here i am" ilk çıktığında biraz bir kıpırdanma oldu o kadar. onda da maksimum belçika'da 41. sıraya kadar çıktı. albüm hiçbir yerde listeye giremedi. daha sonra sertab erener, 2004 eurovision'u öncesi ülke ülke dolaşıp onların yerel eurovision elemelerinde sahne aldı. ancak daha fazlası yoktu. sonuçta kendi imajını yaratmadığı için kolaya kaçıp "eski eurovision birincisi" kartını oynadı. 2004 eurovision'daki performansındaki karmaşaya zaten yukarıda değindim. eurovision yeni bir birinci kazanınca da erener'in avrupa'yı ele geçirme macerası sona erdi. gerçi sonra erener ve demirkan, painted on water projesi ile abd'ye gözünü dikti. en azından o projenin bir konsepti vardı. memleketin melodilerini batılı bir anlayışla yurtdışına tanıtmak istiyorlardı ve bunu yaparken müzik dışında diğer sanat dallarından yararlanıyorlardı. bu da tutmadı ama o başka bir hikaye. bu arada ufak bir kıpırdanmanın da japonya'da olduğunu söylemek gerekiyor. "here i am" bir japon filminde kullanılınca sony music, albümü japonya'da yayınlıyor. hatta şarkı sözlerinin japonca çevirilerini içeren albümün kapağını da daha iddialı bir versiyon ile değiştiriyorlar. ama gerisi gelmedi orada da.

    sertab erener, bu başarısız avrupa'ya ve japonya'ya açılma denemesi sonrası aşk ölmez ile türk piyasasına tıpış tıpış dönünce burada da başarı kazanamıyor aslında. ben albüme adını veren aşk ölmez biz ölürüz'ü aslında çok beğenmiştim ve çok saçma bir biçimde bu albüm bana doğumgünü hediyesi olarak gelmişti nedense. ama albüm o kadar zayıftı ki erener, demir demirkan'ın başarılı 2004 istanbul albümünden iki tane şarkı alarak albümü doldurmaya çalışmıştı. bu başarısızlık ile meşhur "eurovision laneti" bir an sertab'ı vuracak gibi gözüktü. bu sıkıntılı durum 2009'a kadar da sürdü aslında ama sertab, soner sarıkabadayı ile çalışıp kendini yeniden keşfedince geri döndü diyebiliriz. "no boundaries" ise sertab erener'in bir donemini temsil eden bir çaba olarak tarihte yerini aldı.

    2/5 verdim gitti.
    albümün en iyi anlatan şarkılar: here i am, back to the beach, i believe (that i see love in you)

  • hayır o fırsatları her çocuğa verseniz aynı başarıyı sergilemezdi. hayır abartılmıyor. hayır herkesin yapabileceği bir şey değil. mete gazoz’un bir videosunu izledim ve kendisine “hiç tatil günleriniz olmadı mı? her gün çalıştınız mı?” diye sorulduğunda “evet tatil yaptığım oldu o günlerde de çok çalışamadım 8 saat antrenman yaptım” dedi. çocuk tatil günlerinde 8 saat antrenman yapıyorsa siz bu çocuğun emeğini hafife alıp fırsatı olan herkes yapardı diyemezsiniz kimse kusura bakmasın. bütün antrenmanlarını tokyo saatine göre ayarlayıp tokyonun güne başladığı saatte uyanıp antrenmana başlayan birine abartılıyor ya diyemezsiniz. çünkü çok küçük yaşlardaki çocuğu disipline etmek çok zor ve bu arkadaş kendi kendini disipline edip çok büyük çaba sarf etmiştir. mete yolun açık olsun! her şeyin en güzelini hak ediyorsun, başarın daim olsun!

  • -bunun beyni yanmış. (basit bir parça değişimi)
    -duvarda eğrilik var. (fayansı eğri koymuş.)
    -beş dakikaya oradayım. (daha yola çıkmadı bile.)
    -inan bu parçanın gelişi o kadar. (yarı fiyatı)
    -malzeme bekliyorum. (daha iyi bir iş aldım, sen bekle.)
    -o iş kolay. (iki aya anca biter.)
    -başkasına bu fiyata yapmam. (herkese aynı kazık)
    -bunun işi uzun sürer. (azıcık kıymetimizi bilin.)

    hakkıyla işini yapan ustaları tenzih ederiz..