2518 entry daha
  • ilk sezonun sonlarına doğru biraz yavaşladı diye bırakmıştım. sonra yeniden başladım ve şunu fark ettim. bu dizi hayatın kendisi. hayatın olağan akışında işler nasıl ilerliyorsa bu dizi de öyle ilerliyor. biri bir suç mu işledi. hemen o bölümde ortaya çıkmasını bekliyorsunuz ama hayır. hayat gibi birkaç bölüm sonra ortaya çıkıveriyor veya çıkmıyor.
  • bu entry sık sık güncellenecektir

    (bkz: spoiler)

    3. sezonun sonundayım. david babasının hayaletiyle konuşuyor. keithi özlediğinden bahsediyor. sonunda diyalog şuna geliyor: "hayat böyle mi, insanların yerine birini mi bulup duruyoruz?" diye soruyor.

    aslında dizinin özeti bu cümle. dizi günümüzdeki herkesi anlatıyor. aidiyetsizlik, sevildiğinden emin olamama, dışarda her gün karşımıza çıkan karmaşa... ve en sonunda dönüp dolaşıp çekirdek ailemize sığınmamız...

    dizide, hayatta sadece seyirci rolünde bulunan ruth, kimlik karmaşasından kurtulamayan david, ait olamayan ama yalnızlıktan ölesiye korkan nate, ailedeki karmaşanın içinde tamamen duygusal yapıya bürünmüş claire... günümüzdeki her aileyi anlatıyor. harika.

    edit1: 4.sezon 1. bölümde aşırı duygusal bir kapanış oldu. nate'nin lisayı gömdüğü meşhur sahne... nate ve lisa birlikte hiçbir zaman iyi bir ikili olmadılar. nate lisayı sevmedi, lisanın iyi niyetini sevdi. lisa öyle kırılgan bir dal gibiydi ki nate onu incitmemek için ayrılamadı ondan. kendinden vazgeçti. bunu, lisanın cesedini almaya giderken yolda david'e söyledi zaten. "ilişkimizin sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyordum, ama bitiren kişi olmak istemedim." nihayetinde defin sahnesinde o duygu patlamasını gördük. nate, insanlıkla bağ kurmasını sağlayan, son şansı olan karısını kaybetti. attığı çığlıklar hem değer bilmeyen şahsına yönelik öfkeydi, hem "bu da mı gol değil!" çığlığıydı. yazık oldu fedakar lisaya...

    edit2: 4. sezon 2. bölümü izledim. nate, karısını kaybetmiş bir adama cenaze hizmeti sunarken onun sakin kalmasına kafayı taktı, acı çekmesini telkin etti, çünkü kendisi acı çekiyordu. üzülmesini istedi, üzülmeyince adamın sakinliğine sinirlenip işi bıraktı. çünkü cenaze hizmeti sunduğu kişi kaderciydi, ölümün karşısında hiçbir şey yapılamaz mantığındaydı. ölüm kahvaltı yapmak kadar hayatın içinde, doğal bir süreçti onun için. nate ise ölümün beklenmedik şekilde insanın karşısına çıkmasının adaletsizliğini sindirememiş, karısıyla olan keşkelerden kopamamıştı. sonunda babasıyla yaptığı yürüyüşte babasına "şuan lisanın ölmemesi için her şeyi verirdim, ama buradayken özgür olmak istiyordum" dedi. hayat, keşkelerden sonra nateye ağır geldi. eşi yaşadığı sırada natenin üstündeki varoluşsal hafiflik şimdi ağırlığa döndü. bu var olma çabasıdır. bu hissi milan kunderanın "varoluşun dayanılmaz hafifliği" kitabında hissetmiştim en son. ağırlıklar bir arada olmuyor. hayat bir tarafa ağır gelirken diğer taraf hep bulutların üstünde...

    edit3: diziye brendayı koymuşlar ve "sen sadece seviş" demişler gibi. tamamen konudan bağımsız ilerliyor hikayesi, ve sevişmek dışında hiçbir rolü yok. kadın 2 kelime edip öpüşmeye başlıyor sadece.
    claire ise depresif ergen modunda, kimlik bunalımını atlatamamış. sanat ta sanat diye geziyor. ileriki bölümlerde içip içip "bu kadar insan yalnızken bu kadar insan neden yalnız" diye aforizma kasmasını bekliyorum.
    david ile keith ilişkisi inanılmaz toksik. iki koca adam gaylik üstüne götürdüler diziyi. kavga ediyorlar, sonra barışıp öpüşüyorlar.
    george ile ruth ilişkisi de inanılmaz toksik. george her şeyi salmış bir insanken ruth herşeyden kendini sorumlu tutan biri.
    bu dizinin en önem eksiğini buldum. karakter derinliği ve tutarlı gelişim bir tek nate üstünden verilmiş.
2 entry daha
hesabın var mı? giriş yap